Hayalin Diğer Adı Madde - Podcast 1.Bölüm

Bu bölümde gördüğümüz, duyduğumuz ve hissettiğimiz tüm dünyanın aslında beynimizde oluşan algılardan ibaret olduğunu inceliyoruz. Işığın nasıl elektrik sinyaline dönüşerek üç boyutlu bir görüntüye dönüştüğünü, renklerin gerçekte dış dünyada var olmadığını ve maddelerin asıllarına hiçbir zaman ulaşamadığımız gerçeğini bilimsel bir bakışla ele alıyoruz. Duyu organlarımızın bize ilettiği bilgilerin beynimizde nasıl yorumlandığını anlamak, gerçeklik kavramına bambaşka bir pencereden bakmanızı sağlayacak.

 

Hayalin Diğer Adı Madde - Podcast 1.Bölüm 

    

Odanızın penceresinden dışarıdaki manzarayı seyrettiğinizi bir düşünün. Hayatınız boyunca aldığınız terkinden dolayı bu manzarayı gözlerinizle gördüğünüzü zannedersiniz. Oysa gerçek böyle değildir. Çünkü siz gözlerinizle dışarıdaki bir manzarayı görmezsiniz. Siz beyninizin içinde oluşan manzaraya ait görüntüyü görürsünüz. Bu bir tahmin ya da bir felsefe değil, bilimsel bir gerçektir.

Görme olayının nasıl gerçekleştiği hatırlandığında bu konu daha açık olarak anlaşılacaktır. Göz, sadece kendine ulaşan ışığı retinasındaki hücreler sayesinde elektrik sinyaline çevirmekle görevlidir. Bu elektrik sinyali ise, beyninizdeki görme merkezinize ulaşır. Daha sonra bu elektrik sinyalleri pencerenizden gördüğünüz manzaranın görüntüsünü oluşturur. 

Sonuç olarak görüntünün oluştuğu yer beyninizdir ve siz beyninizin içindeki manzarayı görürsünüz, evinizin dışındaki manzarayı değil.

Gerçekte beynimizin içi açılsa burada bu manzaraya ait bir görüntü bulamayız. Ancak beynimizin içinde bir şuur beyne gelen elektrik sinyallerini manzara olarak algılar. Hatta sadece gördüğümüz değil, dokunduğumuz, duyduğumuz her şeyi beynimizin içinde yaşarız. Bu teknik bir gerçektir ve bilimsel deliller neticesinde itiraza veya tartışmaya açık bir konu değildir.

Asıl önemli olan nokta ise bu teknik gerçeğin bizi ulaştırdığı şu sorudur; Beynimizin içinde bir gözü olmadan, pencereden görünen manzarayı izleyen, bu manzaradan zevk alan, heyecan duyan kimdir?

İnsanın dünyaya bakış açısını tamamen değiştiren bu önemli sorunun cevabı programın ilerleyen dakikalarında verilecektir.

Yaşadığımız dünyaya ait her türlü niteliği, her özelliği ve bildiğimiz her şeyi duyu organlarımız aracılığıyla öğreniriz. Duyu organlarımız aracılığıyla bize ulaşan bilgiler bir dizi işlem sonucunda elektrik sinyallerine dönüşür ve bu sinyaller beynimizin ilgini noktalarında yorumlanır.

Beynimizin bu yorumları sonucunda biz örneğin bir kitap görürüz, çileğin tadını alırız, ıhlamur ağaçlarını koklar, ipek bir kumaşın dokusunu bilir veya rüzgarda sallanan yaprakların hışırtısını duyabiliriz. Aldığımız telkinle hep bedenimizin dışındaki kumaşa dokunduğumuzu, bizden 30 cm uzaklıktaki kitabı okuduğumuzu düşünürüz. Metrelerce uzaktaki ıhlamur ağaçlarının kokusunu aldığımızı ve çok yükseklerdeki yaprakların hışırtısını duyduğumuzu zannederiz. Oysa bu saydıklarımızın hepsi bizim içimizde gerçekleşen olaylardır. Radyodaki sesten yaprakların hışırtısına kadar her şey içimizde, beynimizde meydana gelir.

Bu noktada şaşırtıcı bir gerçekle daha karşılaşırız. Beynimizde gerçekte ne renkler, ne sesler, ne de görüntüler vardır. Beynimizde bulabileceğiniz tek şey elektrik sinyalleridir. Bu felsefi bir görüş değildir. Algılarımızın işleyişiyle ilgili bilimsel bir açıklamadır.

Bu açıklamalar çok önemli bir konuya daha dikkat çekmektedir. Bizim dünya hakkında algıladığımız tüm hisler, görüntüler, tatlar ve kokular aslında aynı malzemeden yani elektrik sinyallerinden meydana gelmektedir. Elektrik sinyallerini bizim için anlamlı hale getiren bu sinyalleri koku, tat, görüntü, ses veya dokunma olarak yorumlayansa beyindir.

Beyin gibi ıslak bir etten oluşan bir maddenin hangi elektrik sinyalini koku, hangisini görüntü olarak yorumlayacağını bilmesi ise çok şaşırtıcıdır. Yani beynin aynı malzemeden birbirinden çok farklı duyular ve hisler meydana getirmesi çok büyük bir mucizedir.

Şimdi görme olayını biraz daha yakından inceleyelim.

Hayatımız boyunca aldığımız telkinle tüm dünyayı gözlerimizle gördüğümüzü zannederiz. Hatta gözlerimiz dünyaya açılan pencerelerimizdir diyebiliriz. Oysa görmenin bilimsel açıklamasına göre gerçek böyle değildir. Çünkü biz gözlerimizle görmeyiz. Gözlerimiz ve gözlerimize bağlı olan milyonlarca sinir hücremiz sadece görme olayının gerçekleşmesi için beyne mesaj ileten kablo görevine sahiptirler. Görme olayının nasıl gerçekleştiğini lise bilgilerimizden hatırlayacak olursak bu gerçeği daha kolay fark edebiliriz.

Bir cisimden gelen ışık göz merceğinden geçer ve gözün arka tarafındaki ağ tabakanın üzerine baş aşağı ve iki boyutlu bir görüntü bırakır. Ağ tabakadaki çubuk ve koni hücreler bazı kimyasal işlemlerden sonra bu görüntüyü elektriksel akıma dönüştürür. Bu elektriksel akımlar göz sinirleri aracılığıyla beynin arka kısmında yer alan görme merkezine götürülür. Beyin ise bu gelen sinyali anlamlı ve üç boyutlu görüntüler haline getirir.

Örneğin biz bir çocuk parkında oyun oynayan çocukları izlediğimizde bu çocukları ve parkı gözlerimizle görmeyiz. Çünkü bu manzaraya ait görüntü gözümüzün önünde değil beynimizin arka tarafında oluşur.

Burada çok yüzeysel olarak anlattığımız görme, gerçekte son derece olağanüstü bir işlemdir. Işık demetleri anında ve kusursuz şekilde elektrik sinyallerine dönüştürülmekte ve sonra bu elektrik sinyalleri üç boyutlu, rengarenk, ışıl ışıl bir dünya olarak bize görülmektedir. Tüm bunlar ise bizi hep aynı gerçeğe götürmektedir.

Biz hayatımız boyunca dünyayı bizim dışımızda zannederiz. Oysa dünya her şeyiyle bizim içimizdedir. Biz dışımızda sandığımız dünyayı aslında içimizde, beynimizdeki küçücük bir noktada görürüz.

Örneğin bir holding patronu, holding binasını, fabrikasını, otomobilini, deniz kıyısındaki yalısını, marinadaki yatını hep kendi bedeninin dışında bulunan varlıklar olarak düşünür. Aynı şekilde emrinde çalışan yüzlerce insanı, avukatlarını, ailesini, dostlarını da bu şekilde tahayyül eder. Oysa bunların hepsi bu kişinin kafatasının içinde, beyninin arka tarafındaki küçücük bir bölgede oluşan görüntülerdir. Söz konusu kişi bu gerçeği bilmez, bilse de düşünmek istemez. Ama son model otomobiliyle geldiği holdinginin önünde gururla dururken esen hafif bir rüzgar gözüne toz kaçırdığında durum değişir. İşte o anda bu gerçeği hemen anlayabilir. Sağ gözünü gözü açıkken hafifçe kaşıdığında holding binasının yukarı aşağı veya sağa sola doğru gidip geldiğini görecektir. İşte o zaman düşünen bir insan, gördüğü görüntünün kendi dışında sabit bir varlık olmadığını anlar. Çünkü gözünü kaşımasıyla görüntü gidip gelmektedir.

Sonuç olarak şu bir gerçektir ki, her insan hayatı boyunca gördüğü her şeyi beyninde görür ve hiçbir zaman gördüklerinin asıllarına ulaşamaz. Gördükleri, dışarıda var olduğunu varsaydığı görüntülerin beyninde oluşan birer kopyasıdır. Bu kopyanın aslına uygun olup olmadığı, dahası bir aslının var olup olmadığı ise bizim bilgimizin dışındadır.

Örneğin şu anda başınızı kaldırıp içinde bulunduğunuz odaya baktığınızda gördüğünüz, sizin dışınızdaki oda değildir. Siz odanın, beyninizin içinde oluşan kopya görüntüsünü görürsünüz ve hiçbir zaman bu odanın aslını duyularınız aracılığıyla görmenize imkan yoktur.

Bu konuda gözden kaçırılmaması gereken çok önemli bir nokta daha vardır. Kafatası ışığı içeri geçirmez. Yani beynin bulunduğu yer kapkaranlıktır. Dolayısıyla beynin ışığın kendiyle muhatap olması asla mümkün değildir. Ancak siz mucizevi bir şekilde bu zifiri karanlıkta ışıklı, pırıl pırıl bir dünyayı seyredersiniz. Rengarenk doğayı, ışıl ışıl bir manzarayı, yeşilin her tonunu, meyvelerin renklerini, çiçeklerin desenlerini, güneşin parıltısını her zaman bu kapkaranlık yerde görürüz. Kalabalık bir sokaktaki tüm insanlar, trafikteki araçlar, bir alışveriş merkezindeki yüzlerce çeşit kıyafet olmak üzere her şey bu zifiri karanlık yerde oluşur.

Buradaki ilginç durumu bir örnekle açıklayalım. Karşımızda alev alev yanan bir mangal ateşi olduğunu düşünelim. Bu mangalın karşısına geçip onu uzun süre izleyebiliriz. Ama bu süre boyunca beynimiz mangaldan gelen ışığın, parıltının ve sıcaklığın aslıyla hiçbir zaman muhatap olamaz. Mangaldaki alevin ışığını ve sıcaklığını hissettiğimiz anda bile kafamızın ve beynimizin içi kapkaranlıktır ve ısısı hiç değişmez. Kapkaranlık beynin içinde elektrik sinyallerinin rengarenk, ışıltılı, aydınlık bir görüntüye dönüşmesi olağanüstü büyük bir mucizedir. Bu olayın üzerinde derin düşünen insan karşılaştığı harikuladelik karşısında büyük bir hayranlık duyacaktır.

Şimdi şöyle bir düşünün. Görüntü beynimizde hem de kapkaranlık küçücük bir yerde mucizevi bir biçimde oluşuyor ama bu görüntüyü beynimizde kim seyrediyor?

Şu anda yanınızda bulunmayan alt kat komşunuzu gözünüzün önüne getirin. Onu bütün netliğiyle görüyorsunuz. Kıyafetinin detayları, yüzündeki çizgiler, saçlarındaki beyazlar, sesinin tonu, konuşma üslubu, yürüyüşüyle hayalinizde çok net olarak canlandırdığınız bu insanı kim izliyor? Bu soruların tek cevabı Allah'ın insana vermiş olduğu ruhtur.

Materyalistler ise madde dışında hiçbir varlığı kabul etmezler. İşte bu Allah'ın varlığını inkar eden materyalist düşünceye en büyük darbeyi vuran, materyalistlerin düşünmekten ve konuşmaktan en çok çekindikleri konudur.

Biz doğduğumuz andan itibaren çevremizde renkli bir dünya görür, rengarenk bir ortamla muhatap oluruz. Oysa evrende tek bir renk dahi olmadığını biliyor muyuz? Renkler beynimizin içinde oluşur. Dışarıda sadece farklı dalga boylarına sahip elektromanyetik dalgalar vardır. Gözümüze ulaşan bu farklı dalga boylarındaki enerjidir. İşte biz buna ışık deriz. Ancak bu bizim bildiğimiz anlamda parlak, aydınlık bir ışık değildir. Sadece bir enerjidir. Beynimiz bu farklı dalga boylarına sahip enerjiyi yorumladığında biz bunları renkler olarak görürüz. Oysa ne denizler mavi, ne çimenler yeşil, ne toprak kahverengi, ne de meyveler renklidir. Onlar Sadece beynimizde öyle algıladığımız için öyledir.

Bilinç ve beyin konusunda yazdığı kitaplarıyla tanınan Daniel Dennett renklerin meydana gelişi hakkında şunları söylemektedir:

“Dünyada renk yoktur. Renk sadece bakanın gözünde ve beyninde oluşur. Nesneler ışığın farklı dalga boylarını yansıtırlar ancak bu ışık dalgalarının rengi yoktur.”

Bu bilimsel gerçeğin daha iyi anlaşılması için renkleri nasıl gördüğümüzü kısaca inceleyelim.

Güneşten gelen ışıklar bir cisme çarptıklarında her cisim ışığı farklı dalga boyunda yansıtır. Bu farklı dalga boylarındaki ışık göze ulaşır. Burada ışık olarak bahsedilenin aslında elektromanyetik dalgalar ve fotonlar olduğunu, bizim tanıdığımız ışığın sadece beynimizde oluştuğunu unutmamak gerekir. Rengin algılanması gözün retina tabakasındaki koni hücrelerinde başlar.

Retinada ışığın belli dalga boyuna tepki veren 3 ana koni hücre grubu vardır. Bu hücre gruplarının birincisi kırmızı, ikincisi mavi, üçüncüsü ise yeşil ışığa hassastır. Bu üç farklı koni hücresinin farklı oranlarda uyarılmaları sonucunda milyonlarca farklı renk tonu ortaya çıkar. Ancak ışığın koni hücrelerine ulaşması renklerin oluşması için yeterli değildir.

Johns Hopkins Üniversitesi tıp fakültesinden araştırmacı Jeremy Nathans, gözdeki hücrelerin renkleri oluşturmadığını şöyle belirtir:

“Bir koni hücresinin tek yapabildiği ışığı yakalayıp yoğunluğu hakkında bilgi vermektir. Renk hakkında size hiçbir şey söylemez.”

Nathans'ın da belirttiği gibi koni hücreleri renkleri oluşturamaz. Sadece algıladıkları bu renk bilgilerini sahip oldukları pigmentler sayesinde elektrik sinyallerine dönüştürürler. Bu hücrelere bağlı olan sinir hücreleri de elektrik sinyallerini beyindeki özel bir bölgeye iletirler. İşte hayatımız boyunca gördüğümüz rengarenk dünyamızın oluştuğu yer beyindeki bu özel bölgedir.

Tüm bunlardan anlaşılacağı gibi beynimizin dışında renkler yoktur, ışık da yoktur. Sadece elektromanyetik dalgalar veya parçacıklar şeklinde hareket eden bir enerji vardır. Hem renkler hem de ışık sadece bizim beynimizdedir. Yani biz bir gülü kırmızı olduğu için kırmızı renkte görmeyiz. Bizim bir gülü kırmızı görmemizin nedeni retinamıza çarpan enerjinin beynimiz tarafından kırmızı olarak yorumlanmasıdır.

Renk körlüğü renklerin beynimizde oluştuklarının önemli delillerindendir. Bilindiği gibi gözdeki retinada oluşan küçük bir bozukluk renk körlüğüne sebep olur. Bu durumda birçok insan yeşille kırmızıyı birbirinden ayırt edemez. Bu durumda dışarıdaki nesnenin renkli olup olmaması önemli değildir. Çünkü biz nesneleri onlar renkli olduklarından dolayı renkli görmeyiz.

Burada varılması gereken sonuç şudur; varlıklara yüklediğimiz tüm nitelikler dış dünyada değil beynimizdedir. Bizler hiçbir zaman algılarımızı aşıp dışarıya ulaşamayacağımız için maddelerin ya da renklerin varlığını da bilemeyiz.

Ünlü düşünür Berkeley de bu gerçeğe şu sözleriyle dikkat çekmektedir:

“Kısaca aynı şeyler aynı zamanda bazıları için kırmızı, bazıları için sıcak, başkaları için tam tersi olabiliyorsa bu demektir ki biz yanılsamaların etkisindeyiz ve şeyler ancak bizim zihnimizde vardır.”

 Duyma işlemi de aynen görme gibi gerçekleşir. Diğer bir deyişle, dış dünyaya ait görüntüleri nasıl beynimizin içinde görüyorsak, sesleri de beynimizin içinde duyarız. Dış kulak, çevredeki ses dalgalarını kulak kepçesiyle toplayıp orta kulağa iletir. Orta kulak ise, aldığı ses titreşimlerini güçlendirerek iç kulağa aktarır. İç kulak da bu titreşimleri sesin yoğunluğuna ve sıklığına göre elektrik sinyallerine dönüştürerek beyne gönderir. Beyinde birkaç konaklamadan sonra mesajlar son olarak bu sinyallerin işleme koyduk yorumlandığı duyma merkezine iletilirler. Böylece duyma işlemi de beyindeki duyma merkezinde gerçekleşir.

Dolayısıyla beynimizin dışında sesler değil, ses dalgaları olarak bilinen fiziksel titreşimler vardır. Bu ses dalgalarının sese dönüştüğü yer ise dışarısı veya kulağımız değil, beynimizin içidir. Yani gören gözlerimiz olmadığı gibi, duyan da kulaklarımız değildir.

En yakın arkadaşınızla sohbet ederken, arkadaşınızın görüntüsünü beyninizde izler, sesini de beyninizin içinde dinlersiniz. Ve nasıl beyninizdeki görüntü üç boyutlu, derinlik hissiyle oluşursa, arkadaşınızın sesi de size derinlik hissini onaylayacak şekilde gelir.

Örneğin, arkadaşınızı sizden uzakta görüyorsanız veya arkanızda bir yerde oturuyorsa, sesinin derinden veya arkanızdan geldiğini zannedersiniz. Oysa arkadaşınızın sesi ne arkanızda ne de uzağınızdadır. Arkadaşınızın sesi sizin içinizde, beyninizdedir. Algıladığımız her şeyin beynimizde meydana geldiği bilimsel olarak kanıtlanmış bir gerçektir. Buna rağmen insanların çoğu beynimizin dışında bu görüntülerin asılları olduğunu zan ve iddia ederler. Bu hiçbir zaman ispatlayamayacakları bir iddiadır.

Ayrıca maddeyi dışarıda var zannetseler bile beynimizin dışında ne ses, ne ışık, ne de renkler bulunmaktadır. Işık, dışarıda enerji dalgaları veya enerji paketçikleri şeklinde bulunur ve ancak retinaya çarptığında bildiğimiz ışık kavramıyla karşılaşırız. Benzer şekilde dışarıda ses de yoktur. Sadece enerji dalgaları vardır. Bu dalgaların bazıları da kulağımıza ve oradan beynimize geldiğinde ses oluşur.

Dışarıda renk de yoktur. Renk yoktur derken insanların aklına siyah, beyaz veya gri bir görüntü gelebilir. Oysa bunlar da birer renktir. Beynimizin dışındaki dünyada ise siyah, beyaz, gri dahi yoktur. Sadece farklı şiddet ve frekanslara sahip enerji dalgaları bulunur. Bu enerji dalgaları sadece göz hücrelerimiz ve beynimiz aracılığıyla renklere dönüştürülür.

Duyduğunuz sesin aslı konusundaki olağanüstülükler bu kadar da değildir. Beyin nasıl ışığı geçirmiyorsa sesi de geçirmez. Yani beyne hiçbir zaman hiçbir ses ulaşmaz. Dolayısıyla duyduğunuz sesler ne kadar gürültülü de olsa beyninizin içi tamamen sessizdir. Oysa bütün bu gürültüyü, en net sesleri beyninizde dinlersiniz. Öylesine bir netliktir ki bu, sağlıklı bir insan kulağı hiçbir parazit, hiçbir cızırtı olmaksızın her şeyi duyar. Ses geçirmeyen, derin bir sessizliğin hakim olduğu beyninizde bir orkestranın senfonilerini dinlersiniz, kalabalık bir ortamın tüm gürültüsünü duyarsınız. Bir yaprağın hışırtısından, jet uçaklarının gürültüsüne dek geniş bir frekans ve desibel aralığındaki tüm sesleri algılayabilirsiniz. Sevdiğiniz bir sanatçının konserine gittiğinizde tüm salonu çınlatan o güçlü ses de aslında beyninizdeki derin sessizliğin içinde oluşur. Kendi kendinize yüksek sesle şarkı söylediğinizde de bunu yine beyninizde dinlersiniz. Oysa o anda hassas bir cihazla beyninizin içindeki ses düzeyi ölçülse, burada tamamen sessizliğin hakim olduğu görülecektir. Bu çok olağanüstü bir durumdur.

Madde vardır diye ısrar edenlerin iddialarını geçersiz kılan bilim dallarından bir diğeri ise kuantum fiziğidir. Kuantum fiziğinin bize gösterdiği çok önemli bir gerçek vardır. Materyalistlerin dokunduklarında sertliğini hissettikleri için mutlak bir varlık sandıkları maddenin aslında %99.9'u boşluktur.

20. yüzyılın başlarında İngiliz fizikçi Sir Arthur Eddington “madde bir hayalet gibi boş bir mekan” diyerek bu durumu açıklamıştır. Kısacası insanlar her ne kadar beyinlerinde gördükleri görüntülerin dışarıda asılları var diye ısrar etseler de bu doğru değildir. Bilimsel bulgular beynimizin dışında sadece enerji dalgalarının, enerji paketçiklerinin bulunduğunu bizlere göstermektedir. Beynimizin dışında ne ışık, ne ses, ne de renkler vardır. Dahası maddeyi oluşturan atomlar ve atom altı parçacıklar da gerçekte boşluktan meydana gelen enerji kümeleri gibidirler.

Sonuçta bazı insanlar maddeyi var zannetseler bile madde boşluktan oluşmaktadır. Gerçekte Allah maddeyi bir görüntü olarak bu özelliklerle yaratmaktadır. Bu kesin gerçeği bilerek doğru bir bakış açısıyla bakmak tüm insanlar için çok önemli bir konudur.