Harika Bilim - 4. Bölüm

- Cep telefonlarında hangi değerli maden kullanılıyor?
- Endonezya’da dünyanın en eski mağara resimleri tespit edildi. 
- Ebola virüsü hakkında herşey
- Sonbaharda yapraklar neden sararır?
- Meteor yağmurları ne anlama geliyor?
- Jet pilotlarının kıyafetlerinde hangi hayvandan ilham alındı?


A9TV Televizyonu Adnan Oktar Harun Yahya Sohbetler Belgeseller A9 TV Yeni Frekansımız: Türksat 3A Uydusu FREKANS: 12524 Dikey Batı Sembol Oranı: 22500

HARİKA BİLİM 4

 

SUNUCU: Evet yepyeni bir bölümle karşınızdayız. Bilim ve teknoloji dünyası geçtiğimiz ay sıra dışı keşiflere imza attı. Cep telefonlarımız çarpmalara karşı daha sağlam hale getirildi. Doğadan yola çıkarak tasarlanan bu yeni teknolojiyi bu bölümde sizlere tanıtacağız. Endonezya’daki dünyanın en eski mağara resimlerinden, dünyayı tehdit eden Ebola virüsü hakkında bilinmeyenlere kadar onlarca merak uyandıran konuyla bu ayki programımıza başlıyoruz.

 

DIŞ SES: Telefonlarımız artık mücevher değerinde olacak. Nasıl mı?

Teknoloji alanında dünya markası olan bir firma yeni ürettiği telefonların ekranlarında safirin sentetik halini kullanıyor. Telefonların yüzeyinin çatlaması, çizilmesi ve kırılması kullanıcılar için ciddi bir sorun. Bu sorun üzerinde çalışan mühendisler, doğadan esinlenerek, oldukça sağlam bir element olan safir ile telefonun ön yüzeyini kaplayacaklar. Safir iki önemli özelliği sahip, esneklik ve dayanıklılık. Anahtar ve hatta bıçak gibi sivri uçlu cisimlerin çiziklerine karşı bile oldukça dayanıklı.

 

SUNUCU: Şu ana kadar bazı cep telefonlarının ana sayfa tuşunda kullanılan safir teknolojisi artık telefon ekranlarında da kullanılıyor. Peki, mühendisler cep telefonlarında neden safir kullanmayı seçtiler? Çünkü doğada elmastan sonra dünyadaki en sağlam madde safir. Paslanmaz çeliğe oranla 10 kat daha güçlü. Safirin bu sağlam yapısını keşfeden Fransız bilim insanı Auguste Verneuil 1902 yılında laboratuvarda yapay olarak safir cevheri oluşturdu. Safir, alimünyum oksitin kristal formudur. Alimünyum oksit tozuna çok yüksek ısı ve basınç uygulandığında sentetik safir elde edilir. İşte bilim insanları kayalarda bir yaratılış harikası olarak karşımıza çıkan bu müthiş bileşimi örnek aldılar. Bugün bilim insanlarının doğal safiri taklit ederek elde ettikleri sentetik safir, sağlamlığı nedeniyle son teknoloji ürünü cihazlarda işte bu nedenle kullanılıyor. Peki, cep telefonlarımızın yüzeyini kaplayan bu süper ince, şeffaf sentetik safir nasıl üretiliyor?

 

DIŞ SES: Özel fırınlarda sıvı halde üretilen safir, soğumaya bırakıldığında geniş kristal bir yapı oluşturur. Bu yapısından dolayı ince tabakalar halinde rahatlıkla kesilebiliyor. Ayrıca ince olması dayanıklılık seviyesini de değiştirmiyor. Safir ekranlar günümüzde kullanılan diğer malzemelere oranla 4 kat daha güçlü. Neredeyse kırılmaz özellikte ve çizilmeye karşı çok dirençli. Safir, 150 nanometre ile 5500 nanometre arası dalga boyuna geçirgendir. Bu nedenle çok güçlü transparan özelliğe sahiptir.

 

SUNUCU: Safir kristali doğada milyonlarca yıldır mevcut. Erimiş magma tabakasının yeryüzüne çıkış noktası bulduğu çatlaklarda 2 alüminyum ve 3 oksijen bileşiminin soğumasıyla milyonlarca yıllık bir süreç içerisinde oluşuyor. Allah bize doğada sayısız güzellikler sunuyor. Bilim insanları da bu gerçeğin farkında ve doğadaki yaratılış örneklerini yeni keşiflerde kullanmaya devam ediyorlar.

 

Sırada Dünya Sağlık Örgütü’nün raporlarına göre geçtiğimiz aylarda Batı Afrika’da 3300 den fazla kişinin ölümüne yol açan bir virüs var; ebola. Ebola’nın dünya çapında paniğe yol açmasının sebebi henüz kesin bir tedavisinin bulunamamış olması. Rusya, Kanada ve Amerika’da bazı deneysel tedavi yöntemleri üzerinde çalışılıyor olsa da kesin bir sonuca ulaşılmış değil. Şu an Dünya Sağlık Örgütünün 4. risk grubunda kabul ettiği ebola virüsünün insanı ölüme kadar götüren yıkıcı etkisinin detaylarını biyolog Onur Yıldız’a sorduk.
 

SUNUCU: Biyolog Onur Yıldız’la beraberiz. Bugün sorularımızı Onur Yıldız’a yöneltiyor olacağız. Onur Bey hoş geldiniz. Nasıl oluyor da virüsler savunma sistemimize rağmen vücudumuzda bu derece yıkıcı etki oluşturuyor? Bunu sizden dinleyelim öncelikle.
 

BİYOLOG ONUR YILDIZ: Virüsün vücudu nasıl hasta ettiğini anlamamız için bağışıklık sistemini anlamamız lazım. Çok basit şekilde canlılardaki bağışıklık sistemini –insan için konuşuyorum- insandaki bağışıklık sistemi kendi vücudumuzdaki 220 tip vücut hücresini yabancı maddelerden ayırabilecek şekilde yaratılmıştır. Virüs sabit yapıya sahip bilindiği kadarıyla. Sadece infekte edeceği yani hasta edeceği canlının vücuduna geldiğinde canlanan bir yapıya sahip. Çok önemli bir kilit bilgiyi taşıyor üstünde. Bilgisayarlarda da mesela virüs denmesinin sebebi, virüs bulaştı denmesinin sebebi, onlarda da paket bir program vardır. Normal canlıları hasta eden virüslerde de paket bir bilgi var. Bu bilgi neyin bilgisi? İşte bu sizin sorunuzun cevabı. Her canlının bağışıklık sistemi yabancı maddeleri tanıyacak özelliğe sahiptir. Şimdi virüs burada taktik izliyor. Ve kendi yapısını, hücrenin dışındaki antijenlerini, bizim vücudumuzdaki hücrenin bir yapısıymış gibi göstererek vücuda sızıyor. İkinci alarm sistemi olan hücrenin interferon salgılamasını engelleyici ebola viral protein24 adlı bir proteini var. Bu onu baskılıyor. Normalde ebola çift iplikli. Böyle çift katlı bir RNA halinde bulunabiliyor. Çift katlı RNA’yı gördüğü an hücre yine alarm veriyor. Burada bir virüs var diye. Çünkü bu pek alışılagelmiş bir görüntü değil. Bu çift katlı RNA haline geldiğinde virüs, kendisini çoğaltırken, vücut yine alarm vereceği sırada bunu engelleyici diğer bir ebola viral proteini daha salgılıyor. Onu da hücreye salgılattırıyor. Ve hücrenin bütün alarm sistemlerini durduruyor. İç organlarımızın ve damarlarımızın içinde bulunan endotel adı verilen hücreleri genelde infekte ediyor. Akyuvarları infekte ediyor. Ve o hücrelerin ölmesine yol açarak şiddetli iç kanamalarla insanların ölümüne kadar götürebiliyor, vesile olabiliyor.
 

SUNUCU: Peki günümüz teknolojisinde tıp, ebola virüsüne karşı ne durumda, hangi aşamada, aşı geliştirilebiliyor mu? Bunlar hakkında bize bilgi verebilir misiniz?
 

BİYOLOG ONUR YILDIZ: Şimdi bu aşamada hala tedavi süreçleri, araştırma süreçleri devam ediyor. Virüsün kendisine ait özel proteinleri ürettirdiği ve vücudun alarm sistemini nasıl dondurduğu, nasıl duraklattığı izlenmiş durumda. Ama bunun tedavisi, araştırması devam ediyor. Bu virüsün virüs olduğunu anlamamız için bizim vücut hücremizden farklı olarak üzerinde barındırdığı diğer bilgileri artık tanıyor olabilmemiz gerekiyor. Onu keşfedebilmemiz gerekiyor ki, ona uygun aşı üreteceğiz. Diyeceğiz ki: “Bizim vücut hücrelerimize benzer bir şifresi var. Ama aynı zamanda şu tarz bir özelliği de olan yapılar düşmandır.” Diyebilmemiz için onun üstündeki o mekanizmayı çözmemiz gerekiyor.

 

SUNUCU: Biyolog Onur Yıldız’ın verdiği bu bilgilerle mikrobiyoloji alanında daha keşfedilecek çok fazla detay olduğunu görüyoruz. Umarız deneysel aşamadaki tedavi yöntemlerinde iyi bir başarı elde edilir ve dünyayı saran Ebola virüsüne karşı etkili bir aşı geliştirilir. Sırada ayın sevimlisi köşemiz var.

 

SUNUCU: Bu yaz, gök olayları açısından oldukça hareketli geçti. Özellikle 12-13 Ağustos geceleri, gök bilimcileri için yılın olayıydı. Bazı bölgelerde çıplak gözle dahi görülebilen meteorlar dünya atmosferine girerek adeta bir ışık yağmuru oluşturdular. Peki, neden özellikle bu iki gece boyunca dünyamız yoğun bir göktaşı yağmuruna maruz kaldı?

 

DIŞ SES: TÜBİTAK’ın, Antalya'daki Ulusal Gözlemevi, 2014 yılının en önemli gök olayları arasında 12-13 Ağustos gecelerinde en yoğun dönemine ulaşan Perseid göktaşı yağmurunu gösterdi. Halk arasında ‘yıldız kayması’ olarak bilinen bu olay, aslında gök taşlarının atmosfere girdiklerinde yanmasından dolayı arkalarında ışıklı izler bırakmasıyla oluşur. Gökyüzünde muhteşem bir manzara ortaya çıkaran bu önemli gök olayı sırasında saatte 90 kadar meteor gözlenebilir. Bu meteor yağmuru, Dünya'nın Güneş yörüngesinde dönerken Swift Tuttle kuyruk yıldızının parçalarının içinden geçmesiyle oluşur. Tüm meteorlar Perseus Takımyıldızı'ndan geliyormuş gibi göründüğü için bu gök olayına Perseus meteor yağmuru adı verilir.

 

SUNUCU: Perseid meteor yağmuru her ne kadar görkemli bir ışık oyunu gibi görünse de geçtiğimiz aylarda dünya atmosferine saatte 90 tane meteor giriş yaptı. Dünyamızın bir anda bu yoğunlukta meteorla karşılaşmasının sebebi 133 yılda bir Güneş sistemine giren Swift Tuttle kuyruklu yıldızıdır. Bu kuyruklu yıldız dünyamıza teğet geçti ancak süratle ilerlerken arkasında yüzlerce meteor parçası bıraktı. Farklı boyutlarda yaklaşık 90 ila 100 göktaşı, saatte yaklaşık 220 bin kilometre hızla dünyaya ulaştı ve atmosferin koruyucu özelliği sayesinde yanarak parçalandılar. Bu yanma esnasında da gökyüzünde izlediğimiz o muhteşem ışık gösterisi oluştu. Peki, Swift-Tuttle’ın dünyamıza bu kadar yakın geçişi bir risk değil mi? Evet risk hem de oldukça ciddi bir tehlike. Çünkü Swift-Tuttle yaklaşık 27 kilometre çekirdek genişliği ile dinozor çağının sonunu getirdiği düşünülen kuyruklu yıldızın çekirdeğinden 10 km daha geniş. Yörüngesi ise dünyaya ve aya çok yakın bir noktada. 2014 yılında bu kuyruklu yıldızın geçişi güvenli bir şekilde atlatıldı. Peki ya bir sonraki geçiş? 14 Ağustos 2126. İnsanlık için, şu an bilinen, tek başına en tehlikeli nesne olarak kabul edilen Swift Tuttle kuyruklu yıldızının 2126’da dünyaya çarpma tehlikesi var.

Şimdi doğadaki en yetenekli 10 anne var. İzleyelim.

 

SUNUCU: Güzel bir yazı daha geride bıraktık. Şimdi ise rüzgarlarla savrulan kızıl, sarı yaprakların döküldüğü sonbaharı yaşıyoruz. Yapraklar dökülmeden önce dallarında bir renk değişimi yaşıyorlar. Acaba bu renk değişimi neden gerekli? Yapraklar renklerinin değişim zamanının geldiğini nereden biliyorlar? Bakalım doğada her yıl yaşanan bu akıllı değişiminin sebebi ne?

 

Yaz mevsiminin sonunda tüm bitkiler ve ağaçlar kendilerini soğuk kış şartlarına hazırlamak için bir planlama yaparlar. Yaprakların renklerinin sararak dökülmesi bu hazırlığın başlangıcıdır. Soğuk kış günlerinde ağaçlar yeteri kadar güneş alamadıkları için besin üretemezler. Ancak ihtiyaçları olan besini üretemeseler de bir sonraki baharda tekrar canlanabilmek için diri olmaları gerekir. Bunu da minimum enerji harcayarak yaparlar. Aslında bitkiler de bazı hayvanlar gibi kış mevsiminde bir tür kış uykusuna girerler. Yapraklarını tamamen döküp kendilerini korumaya alırlar. Yeryüzündeki tüm bitkiler ortak bir akılla nasıl hareket ediyor, detaylarına bir bakalım.

 

DIŞ SES: Bir yaprağın yeşil olmasını sağlayan hücrelerinde bulunan klorofil pigmentidir. Klorofil üretimi için parlak güneş ve sıcak hava olması gerekir. Bahar ve yaz döneminde, bitkinin büyümesi için gerekli olan besinin neredeyse tamamı bu klorofillerde üretilir. Klorofil, güneş enerjisini kullanarak su ve karbondioksitten şeker üretimi yapar. Bu dönemde büyüme devam ettiği için yapraklar yeşildir. Klorofil parlak gün ışığında çok hızlı bozulur. Bu hızlı yıkım nedeniyle yapraklar yaz boyunca sürekli klorofil üretirler. Sonbaharda ise artık gün ışığı süresi ve hava sıcaklığı yavaş yavaş azalır. Yeterli besin alamayan bitkiler yapraklara sıvı taşıyan ince damarları kapatmaya başlarlar. Bu damarlarda küçük tıkaçlar oluşmaya başlar. Bu tıkaçlar sayesinde yaprağa ulaşan su ve mineral önce yavaşlar sonra da tamamen kesilir. Yeterince beslenemeyen yapraklar artık yavaş yavaş sararıp, dökülmeye başlar.

 

SUNUCU: Bitkilerin ortak bir akılla hareket edip yıkıcı kış şartlarına kendilerini hazırlama kararı almaları oldukça harika. Ancak harikalık burada bitmiyor. Tüm bu aşamalarda gerçekleşen hassas kimyasal işlemlerde aklı zorlayan onlarca detay var. Örneğin yaprağın dökülmesi esnasında bilinçli bir sökme-ayırma işlemi nasıl gerçekleşir?

 

DIŞ SES: Yaprak dökülmeden önce protein ve karbonhidrat gibi kullanılabilir maddeler bitkinin gövdesine depolanır. Böylece bitki bünyesindeki besinleri boş yere harcamamış olur. Yapraklardaki besini geri aldıktan sonra artık ikinci aşamaya geçilebilir; yaprak dökümü. Yapraklardaki yaşlanmanın ilk işaretlerinden biri, yaprak hücrelerinde etilen gazı üretiminin başlamasıdır. Kısa süre içinde etilen gazı yaprağın her tarafına yayılarak, yaprak sapına doğru ilerler. Etilen gazı yaprak sapında gerginlik oluşturur ve selülaz, pektinaz gibi özel enzimleri harekete geçirir. Bu enzimler yaprak hücrelerini birbirine bağlayan pektin tabakasını parçalar. Giderek artan bu gerginliğe yaprak dayanamaz ve hafif bir rüzgarda kopar.

 

SUNUCU: Her sonbaharda, yeryüzündeki yaklaşık 400 milyar ağacın her bir yaprağında bu akıllı kimyasal işlemler tek tek gerçekleşir. Önce yapraklar sararır ve sonra yavaş yavaş dökülmeye başlar. Hiç düşündünüz mü yemyeşil bir yaprak bir anda nasıl renk değiştirir? Kırmızı, turuncu, kahverengi gibi renkler sanki yaprağa enjekte edilmiş gibi bir anda nasıl belirir? Aslında biz hiç fark etmesek de yaprak yemyeşil iken de sonbahar renklerinin pigmentlerini içinde barındırır. Bizim göremememizin nedeni yaprağa yeşil rengi veren klorofilin yaz boyunca çok baskın olmasıdır. Daha önce bahsetmiştim, klorofil parlak ışıkta çok çabuk bozulur, bu nedenle bitki klorofili kaybetmemek için yaz gününde sürekli üretim yapar. Ancak sonbahara gelip de güneş etkisini azaltınca artık bitki yeşil renk veren klorofili fazla üretemez. İşte bu aşamada diğer pigmentlerin dönemi başlar. Bunlar ksantofil, antosiyaninin ve beta karotendir. Beta karoteni çoğunuz duymuşsunuzdur. Havuca da rengini veren bu turuncu pigment, sonbaharda yapraklara da o göz alıcı turuncu rengi verir. Sarı rengi veren ksantofil, kırmızı-mor rengi veren ise antosiyanin pigmentleridir. Göz alıcı kırmızı-mor renkli yaprakların oluşması için bu yıl olduğu gibi güneşli bir sonbahar gerekir. Çünkü yaprağa özellikle bu renkleri veren antosiyanin pigmentlerinin açığa çıkması için ışığa ihtiyaç vardır. Eğer sonbahar kapalı bir havada geçerse yapraklar daha çok sarı renkte kendini gösterir. Gördüğünüz bu muhteşem sonbahar manzaraları,  yeryüzünde yapraklı bitkilerin var olduğu ilk günden bu yana aynı güzellikte yaşanıyor.  

 

SUNUCU: Şimdi size hayvanlar dünyasından esinlenerek tasarlanan kan basıncını düzenleyen bir giysiden bahsedeceğim. Süper teknolojik bir giysi ama henüz 2015’in trendleri arasında yer alacak gibi görünmüyor. Peki, bilim insanlarını böyle bir giysi tasarlamaya iten sebep neydi bir bakalım.

 

Jet pilotları günümüzde teknolojinin yardımıyla yüksek irtifada sorunsuz olarak uçuş yapabiliyorlar. Ancak hala birtakım kritik nedenlerden dolayı kendilerini sınırlamak zorundalar. Örneğin G kuvveti. Jet pilotları, uçuş esnasında çok yüksek hızda dalış ve dönüşler yaptıkları için G kuvveti daha da artar. Bu artış üst limite çıktığında kan, vücuttan ve beyinden çekilir. Bu da şuur kaybına neden olur. Günümüzde pilotların çok uç manevralar yapabilecek jetleri var ancak vücudun savunma sistemi bu tehlikeye izin vermeyecek şekilde önlem alıyor. İşte bilim insanları jet pilotlarının bu tehlikeli durumla karşı karşıya kalmaması için zürafaların fizyolojik yapısını taklit ederek bir giysi geliştirdiler. Şimdi zürafalardaki bu akıllı sistem nedir, inceleyim.

 

DIŞ SES: Dünyadaki en uzun boylu kara hayvanı olma özelliğine sahip zürafaların vücut anatomileri diğer memelilerden farklılık gösterir. 4 ila 6 metre boyundaki zürafaların beslenmeleri, su içmeleri teknik açıdan oldukça zor görünmesine rağmen yaratılışlarındaki muhteşem fiziki işleyiş sayesinde herhangi bir sorun oluşmaz. Zürafaların beyinlerine giden kan basıncı boyunlarının uzunluğu nedeniyle insanlara göre 2 kat daha fazladır. Çünkü 2-3 metre yüksekliğe kalbin kan pompalayabilmesi için oldukça yüksek bir basınç gerekir. Zürafa su içmek için bu kez başını aşağı indirdiğinde, başı kalbinden daha aşağıda olur.  Bu da kan basıncının zürafanın yaşamını tehlikeye atacak derecede yüksek olmasına neden olur. Ancak zürafaların kan damarları bu ani basınç değişikliklerinden hiç etkilenmezler. Bunun sebebi kan damarlarındaki akıllı yaratılıştır.  Yapılan deneylerde, ani hareketler esnasında zürafaların boyunlarındaki kan damarlarının kasıldığı ve damarların içinde yer alan küçük emniyet kapakçıklarının kapanması ile kanın beyine kontrollü bir basınçla ulaştığı keşfedildi.

 

SUNUCU: Evet bilim insanları, zürafaların damar yapısındaki bu akıllı tasarımı şiddetli basınçla karşı karşıya kalan jet pilotları için kullanmayı düşünüyorlar. Jet pilotlarının uçuşu esnasında G kuvveti kademeli olarak artar. 2G kuvvetinde pilot nefes almakta güçlük çeker. 3G’de görme bozukluğu başlar, renkleri ayırt edemez. 4 ya da 5 G’ye çıktığında ise artık şuur kaybı ve bayılma gerçekleşir. Bu ciddi risklere karşı önlem alabilmek için bilim insanları zürafaların damarlarındaki emniyet kapakçıklarını pilot giysilerine uyarladılar. Bu giysi sistematik kasılma hareketi yaparak, pilotun vücudunda aşağıdan yukarıya doğru masaj etkisi oluşturuyor. Böylece normal koşullarda 4 ila 5G kuvvetinde şuur kaybı yaşayan pilotlar 9G kuvvetine dayanabilecek hale geliyorlar. Evet, gördüğünüz gibi hayvanların sırlarla dolu yaratılışından öğreneceklerimiz oldukça fazla.

 

Geçtiğimiz aylarda dünyanın en eski sanatçılarının eserlerinin Endonezya’nın Sulawesi adasında olduğu ortaya çıktı. Bilim insanları şaşkına döndü çünkü bu bulgu arkeolojik ezberleri bozdu. Antik çağlarda yaşayan insanlar iddia edildiği gibi kültürel bir evrim yaşamıyordu. Dünyanın birbirinden çok uzak coğrafyasında insanlar, on binlerce yıl önce benzer yöntemlerle sanat eserleri ortaya koyuyorlardı. Bilinen tarih anlayışını bir kez daha değiştiren bu bulgunun detaylarına bir bakalım.

 

DIŞ SES: Endonezya’nın Sulawesi adasındaki mağara yer alan duvar resimlerinin varlığı 1950’lı yıllardan beri biliniyordu. Ancak ne zaman yapıldığına dair kesin bir bilgi yoktu. Avusturalya ve Endonezyalı bilim insanlarından oluşan bir ekip, resimlerin üzerinde bulunduğu kayaların yaşını uranyum tarihlendirmesiyle  tespit etti. Elde edilen sonuçlara göre bu el resimleri yaklaşık 40 bin yaşındaydı. Daha önce aynı döneme ait mağara resimleri Fransa ve İspanya mağaralarında da bulunmuştu. Bu yeni bulgu dönemin insanlarının farklı kıtalarda, benzer sanatsal faaliyetler içerisinde olduğunu göstermesi bakımından önemlidir.

SUNUCU: Bilimsel herhangi bir ispatı olmadığı halde geleneksel anlatıma göre tarihin ilk çağlarında yarı insan-yarı maymun varlıkların kültürel evrim geçirerek sosyalleştikleri iddia edilir. Mağara adamının avlanırken veya bir ateş̧ başında otururken resmedildiği sözde ilkel insan canlandırmaları da bu bilim dışı hikayenin en bilinen parçalarıdır. "İnanın ve böyle olduğunu hayal edin" anlamına gelen bu canlandırmalar tamamen hayal ürünüdür. Çünkü bugüne dek yapılan arkeolojik kazılarda böyle bir yaşam stilini belgelendiren bir bulguya rastlanılmamıştır. Örneğin Endonezya’daki bu mağara resimleri ileri bir sanat anlayışının ürünüdür. Avrupa’daki mağaralarda da dönemin insanları benzer sanat eserleri yapmışlardır. Bu mağaralar ev olarak kullanılmamıştır çünkü mağaralarda, insanların yaşam alanlarında kullanmış̧ oldukları malzemelere hiç rastlanmadı. Bu mağaralar dönemin sanat galerileriydi. Sanatçılar resimlerini bu duvarlara yaparak onları tarihe kaydettiler. Peki, günümüzde birkaç yüzyıllık eserlerin korunmasında bile oldukça titiz önlemler alınırken her türlü zorlu doğa koşullarına maruz kalan bu mağara resimleri acaba nasıl yıpranmadan bugüne kadar geldi?

DIŞ SES: Bilim insanları, bundan 40 bin yıl önce mağara duvarlarını sanat eserleriyle donatan ressamların, boya olarak çeşitli mineral tozları kullandıklarını tespit ettiler. Kırmızı renk için demir oksit, siyah renk için mangan dioksit ve odun kömürü, beyaz için ise kaolin kullanıldı. Fransa’daki Lascaux Mağarası’nda boya hazırlamak için kullanılan taş havanlar ve 150’den fazla mineral çeşidi bulundu. Dönemin şanatçıları boya yaparken mineral tozlarını, bitkisel ve hayvansal yağlarla karıştırıyorlardı. Boyama için ise fırça ve kuş tüyleri kullanılıyordu. Bazı resimler ise, deri veya ahşap bir figürü duvara yerleştirip üzerine kamış yardımıyla boya üfleyerek yapılmıştı. İspanya, Fransa ve Endonezya’daki mağaralarda yer alan el çizimleri bu teknikle yapılmıştır.

SUNUCU: Dönemin ressamlarının, sanat yönlerinin güçlü olduğu apaçık, ancak dikkat ederseniz kimya konusunda da en az o kadar uzmanlar. Hangi mineralin ne ile karıştırıldığında kalıcı boya elde edilebileceğini ve bunun oranlarını yıllarca kimya eğitimi almış bir kimyager gibi en ince ayrıntısına kadar biliyorlar. 150 farklı minerali kullanarak, renklerin yüzlerce tonunu elde etmişler ve bunları çok farklı teknikler kullanarak mağara duvarlarına uygulamışlar. Kimi zaman iskele kurarak 7 metre yüksekliğe bir mamut resmetmişler, kimi zaman gölgelendirme teknikleri kullanarak derinlikli figürler çizmişler, kimi zaman da kabartma tekniklerini uygulamışlar. Evet, gördüğünüz gibi 40 bin yıl önce bugün pek çok kişiden daha yetenekli, sosyal, bilgili insanların yaşadığını arkeolojik bulgular bize net olarak ispat ediyor. Arkeolojik kayıtlarda toplumların ilkelden gelişmişe doğru evrimleştiğini gösteren hiçbir bulgu yok. Bu şu anlama geliyor, insan var olduğu ilk günden beri insandır ve tarihin her döneminde farklı medeniyetler, kültürler inşa etmiştir.

Evet, bu ayki programımızın da sonuna geldik. Önümüzdeki bölümde yepyeni konularla karşınızda olacağız. Sorularınızı ve fikirlerinizi bize twitterdan @harika_bilim adresine yazabilirsiniz. Görüşmek üzere.